MODA HABER
Afrika renkleri
Kenya'da gittiğimiz her yerde güleryüzlü insanlar karşıladı bizi...
GÜNCELLEME TARİHİ: 29 Kasım 2010
Akşam yemeğini yedik, otelin verandasında içkilerimizi içiyoruz. Nehir önümüzden usulca akıp gidiyor. Karşı kıyıda egzotik ağaçların altında aheste aheste yürüyen fillere takılıyor gözüm. Ne de düzenli yürüyorlar... Tıpkı hint işi biblolar gibi büyükten küçüğe, arka arkaya... Gerçek olamayacak kadar masalsı bir görüntü bu... Oysa gerçeğin ta kendisi! Ara sıra duyduğumuz, babunların havlamayı andıran sesleri dışında hiç ses yok. Meltem dün gece aslan kükremesi sesi duyduğunu söylüyor. Kenya'da, Nairobiye 350 km uzaklıktaki Samburu'da, çeşit çeşit canlılarla dolu uçsuz bucaksız bölgedeki bu küçük butik oteldeyiz. Evet, canlılar... Buraya geldim geleli artık hayvan kelimesini kullanmak içimden gelmiyor... En acımasız canlının insan olduğu bu kadar aşikarken... Ve onca sevimli, ürkütücü, asil canlı sadece varolup, sadece anı yaşayıp, doğanın dengesini devam ettiriyorken...
Filler önümüzden akan Ewasa Nyiro ırmağı nedeniyle Samburu'yu çok seviyorlarmış. Otelimizin adı da manidar: Eliphant Camp (fillerin kampı)... Sabah kahvaltıda, kocaman fillerden biriyle burun buruna gelince bunu daha iyi anlıyoruz. Meltem ne güzel tanımlıyor durumu "Sanki Jurassic Park filminde gibiyiz" diyerek.
Odamız, tahta sırıkların üzerinde ahşap zemine kurulu bir çadır. Tüm diğer odalar gibi... Çadır dediysem yanlış anlama olmasın, ahşap mobilyalarımız, cibinlikli, üzerine afrika işi örtüler serilmiş yataklarımız, şık bir de banyomuz var... Ortam çok romantik. Balayına da gelinir buraya diye gülüşüyoruz. Toplam oda sayısı 12. Elektrik jeneratörle sağlandığı için gece 11'den sonra gidiyor. Mutlak bir karanlık mı? Hayır, ayışığı aydınlatıyor gecemizi o zaman. İşte doğanın hoş sürprizlerinden biri daha...
Çadırımızda üç kişiyiz, üç kız başbaşa... Aylar önceden planladık bu seyahati. Ayşegül acentayla (go2africa.com) birlikte oya gibi işledi tüm tatil planımızı. Üstelik hiçbir aksaklık, en ufak bir problem yaşamadık. Biraz ürküyorduk, evet. New York, Paris ya da Londra gibi Batılı şehirlerin sokaklarının, butik ve restoranlarının aşina olduğu bizleri Afrika nasıl karşılayacaktı acaba? Değişik tepkiler almıştık. Üç kadın oralarda ne yapacaktık? Bir de hastalıklar vardı. Sıtması, sarı humması. "Bayram tatilinde ne yapıyorsun ?" sorusuna "Kenya'ya gidiyoruz" yanıtını verdiğim hemen herkesin yüzünde tuhaf bir ifade oluyordu. Bu ifadeye bir isim bile koymuştum "Allah akıl fikir versin" ifadesi...
Oysa gerçekler ne başkaydı... Kenya'da gittiğimiz her yerde güleryüzlü insanlar karşıladı bizi... Tek başına safariye gelen mutlu kadınlar ve adamlar gördük. Otellerde bizi pamuklara sardılar adeta. Öyle ki bazen bu aşırı ilgiden bunaldığımız oldu. Sürekli hal hatır sorma alışkanlığı vardı otel görevlilerinin. Aramızda hararetle konuşmaya daldığımız bir akşam yemeği sırasında, hiç abartmıyorum, ahçı da dahil tam 5 otel görevlisi sırayla masamıza gelip nasıl olduğumuzu sordu. Bunun üzerine Kenya'da turizm otelcilik okullarında öğrencilere "ne yapın edin, müşterilere ilgi gösterin" şeklinde bir eğitim verildiği kanaatine vardık.
Gelmeden önce benim de çekincelerim vardı elbette... Tamam, sarı humma aşımı olmuş, sıtma profilaksisi için ilaca başlamıştım. Ee iyi güzel de, ben sokaktaki kedi köpekten bile korkuyordum. Afrika'da safari'de aslan, gergedan ve fillerin yanıbaşında ne yapacaktım? Bu düşünceleri zihnimden kovalamaya çalışıyordum sürekli...
Genellikle üstü ve yanları açık 7-8 kişilik büyük 4x4'lerle yapılıyordu safari. Şöför ise aynı zamanda rehberdi. Burada bir parantez açıp, safari kelimesinin Arapça yolculuk yani sefer kelimesinden geldiğini hatırlatayım. Nairobi'den safari duraklarımıza Safari link şirketinin 10-15 kişilik küçük uçaklarla geçtik. Bu uçaklar, Kadıköy Kartal minibüsü tadındaydı... Tek bir pilotla hostessiz uçuşlar yapıyorduk... Pilotlar cep telefonuyla ilgili hiçbir anons yapmıyordu. E tabii, uçağın elektronik aksamı olmayınca cep telefonunun zarar verme ihtimali de kalmıyordu. Arada değişik duraklarda durup yolcu alabiliyorduk. Havaalanı diye indiğimiz boş toprak yollarda sadece turistleri bekleyen rehber ve cipler vardı... Masai Mara'ya indiğimizde rehberimiz bizi karşılamaya gecikince üçümüz uçsuz bucaksız arazide öylece kalakalmıştık... Allahtan pilotumuz rehber gelene kadar bizimle bekleyivermişti.
İlk safari durağımız Amboseli aperatif ise, ikinci durağımız Samburu ara sıcak, Masai Mara ise ana yemek bana göre... Amboseli'de, Klimanjero dağı manzarası eşliğinde pek çok canlıyı ilk kez gördük... Bir palto gibi bizi sımsıkı saran tedirginliği attık üzerimizden. Filler, devekuşları, antilop ve sırtlanları, cipimizin tavanından kafamızı çıkarıp dürbünle izledik. Tüm gün doğada, mis gibi açık havada, tek amacımız değişik canlılara tesadüf etmek iken gezinmenin benzersiz tadını keşfettik. Gerçek safari ruhunu hissetmemiz ise Samburu'da oldu.
Samburu havaalanında uçağımızın merdiveninde bizi rehberimiz Lesori karşıladı. Cipimize doğru yürürken "Bana Julius diyebilirsiniz dedi". Bu, okuduğu Hristiyan okulunda aldığı isimdi...İngilizceyi de bu okulda öğrenmişti. Kendisi de Samburu (aynı zamanda bölgedeki kabilenin adı) olan Lesori 'nin üzerinde geleneksel kıyafetler vardı. İnce ve uzun vücudunu çingene pembesi, yeşil ve geometrik desenli mavi beyaz kumaşlara sarmıştı. Kıyafetini, kafasını çevreleyen renkli boncuklar,desenli bir kolye ve rengarenk bileziklerle tamamlamıştı. Batılı bir erkeğin üzerinde gördüğümüzde bizi kıkır kıkır güldürecek bu giysiyi, ne de güzel taşıyordu... Kendine son derece güvenli biriydi. Karizmatik ve gururlu bir hali vardı. Onunla Buffalo springs ve Samburu'da 3 gün boyunca safari yaptık. Kelimenin tam anlamıyla "bakir" yerlerdi... Uçsuz bucaksız yeşil bir düzlüğe serpiştirilmiş akasya ağaçları düşünün. Üstünde filler, zebralar, zürefalar, antiloplar hayal edin. İşte öyle bir manzara... Bu düzlükte yol belli belirsizdi. Lesori ise bize güven verdi... "Benim yanımda size bir şey olmaz" diyecek kadar emindi kendinden.
Havaalanından çıkalı 5- 10 dakika olmuştu ki Lesori arabayı durdurdu ve bize zürafaları gösterdi. Tanrım! Hemen oracıkta, yanıbaşımızdaydılar. Heyecanla fotoğraf makinalarımıza sarıldık. Sonrası geldi... Burda tüm canlılara dokunabilecek kadar yakındık... Önümüzden karşıdan karşıya aheste aheste geçen fili izlerken öylece kalakalmıştım. Burası onların dünyasıydı besbelli. Bizler ise misafirliğe gitmiş konuklar.
Hava limonata gibiydi... Doğa elimden usulca tutup alıvermişti beni yanına. Onun kollarında çok mutluydum... Endorfin düzeyimiz tavana vurmuş, kahkahalarımız Afrika çayırlarında çınlıyordu... "Şşşt" diyorduk, "ev sahiplerini rahatsız etmeyelim".
Samburu'da o gece, ikinci gecemizde Ayşegül, Meltem ve ben verandadayız. Nefis bir akşam yemeği sonrası otelin diğer misafirlerinden biri olan Eben'i dinliyoruz. Hikayesi ilginç... Güney Afrika'lı ... Amerika'da IT(Bilgi Teknolojileri) sektöründe çalışıyorken, tatil için geldiği Tanzanya'da Klimanjero'nun zirvesine tırmanıyor. Ve orda karar veriyor. Neye mi? Kendi safari şirketini kurup Tanzanya'ya yerleşmeye. Afrika tutkusunu onun bakışlarında görebilir, sesinde duyabilirsiniz... Bu seyahatimiz sırasında Afrika tutkunu başka Batılılar da çıkıyor karşımıza. O zaman, "Out of Africa" fiminde Meryl Streep'in canlandırdığı Danimarkalı yazar Karen Blixen'ı hatırlıyorum. Sonra da Eben'in şu sözü çınlıyor kulaklarımda " Afrika virüs gibidir. Bir kez kanınıza girerse, hep geri gelmek istersiniz". Biliyorum, dönüşü yok artık bunun... İstanbul'dan sadece 6 saat uzaktaki bu masal diyarına tekrar geleceğim bir gün...
Filler önümüzden akan Ewasa Nyiro ırmağı nedeniyle Samburu'yu çok seviyorlarmış. Otelimizin adı da manidar: Eliphant Camp (fillerin kampı)... Sabah kahvaltıda, kocaman fillerden biriyle burun buruna gelince bunu daha iyi anlıyoruz. Meltem ne güzel tanımlıyor durumu "Sanki Jurassic Park filminde gibiyiz" diyerek.
Odamız, tahta sırıkların üzerinde ahşap zemine kurulu bir çadır. Tüm diğer odalar gibi... Çadır dediysem yanlış anlama olmasın, ahşap mobilyalarımız, cibinlikli, üzerine afrika işi örtüler serilmiş yataklarımız, şık bir de banyomuz var... Ortam çok romantik. Balayına da gelinir buraya diye gülüşüyoruz. Toplam oda sayısı 12. Elektrik jeneratörle sağlandığı için gece 11'den sonra gidiyor. Mutlak bir karanlık mı? Hayır, ayışığı aydınlatıyor gecemizi o zaman. İşte doğanın hoş sürprizlerinden biri daha...
Çadırımızda üç kişiyiz, üç kız başbaşa... Aylar önceden planladık bu seyahati. Ayşegül acentayla (go2africa.com) birlikte oya gibi işledi tüm tatil planımızı. Üstelik hiçbir aksaklık, en ufak bir problem yaşamadık. Biraz ürküyorduk, evet. New York, Paris ya da Londra gibi Batılı şehirlerin sokaklarının, butik ve restoranlarının aşina olduğu bizleri Afrika nasıl karşılayacaktı acaba? Değişik tepkiler almıştık. Üç kadın oralarda ne yapacaktık? Bir de hastalıklar vardı. Sıtması, sarı humması. "Bayram tatilinde ne yapıyorsun ?" sorusuna "Kenya'ya gidiyoruz" yanıtını verdiğim hemen herkesin yüzünde tuhaf bir ifade oluyordu. Bu ifadeye bir isim bile koymuştum "Allah akıl fikir versin" ifadesi...
Oysa gerçekler ne başkaydı... Kenya'da gittiğimiz her yerde güleryüzlü insanlar karşıladı bizi... Tek başına safariye gelen mutlu kadınlar ve adamlar gördük. Otellerde bizi pamuklara sardılar adeta. Öyle ki bazen bu aşırı ilgiden bunaldığımız oldu. Sürekli hal hatır sorma alışkanlığı vardı otel görevlilerinin. Aramızda hararetle konuşmaya daldığımız bir akşam yemeği sırasında, hiç abartmıyorum, ahçı da dahil tam 5 otel görevlisi sırayla masamıza gelip nasıl olduğumuzu sordu. Bunun üzerine Kenya'da turizm otelcilik okullarında öğrencilere "ne yapın edin, müşterilere ilgi gösterin" şeklinde bir eğitim verildiği kanaatine vardık.
Gelmeden önce benim de çekincelerim vardı elbette... Tamam, sarı humma aşımı olmuş, sıtma profilaksisi için ilaca başlamıştım. Ee iyi güzel de, ben sokaktaki kedi köpekten bile korkuyordum. Afrika'da safari'de aslan, gergedan ve fillerin yanıbaşında ne yapacaktım? Bu düşünceleri zihnimden kovalamaya çalışıyordum sürekli...
Genellikle üstü ve yanları açık 7-8 kişilik büyük 4x4'lerle yapılıyordu safari. Şöför ise aynı zamanda rehberdi. Burada bir parantez açıp, safari kelimesinin Arapça yolculuk yani sefer kelimesinden geldiğini hatırlatayım. Nairobi'den safari duraklarımıza Safari link şirketinin 10-15 kişilik küçük uçaklarla geçtik. Bu uçaklar, Kadıköy Kartal minibüsü tadındaydı... Tek bir pilotla hostessiz uçuşlar yapıyorduk... Pilotlar cep telefonuyla ilgili hiçbir anons yapmıyordu. E tabii, uçağın elektronik aksamı olmayınca cep telefonunun zarar verme ihtimali de kalmıyordu. Arada değişik duraklarda durup yolcu alabiliyorduk. Havaalanı diye indiğimiz boş toprak yollarda sadece turistleri bekleyen rehber ve cipler vardı... Masai Mara'ya indiğimizde rehberimiz bizi karşılamaya gecikince üçümüz uçsuz bucaksız arazide öylece kalakalmıştık... Allahtan pilotumuz rehber gelene kadar bizimle bekleyivermişti.
İlk safari durağımız Amboseli aperatif ise, ikinci durağımız Samburu ara sıcak, Masai Mara ise ana yemek bana göre... Amboseli'de, Klimanjero dağı manzarası eşliğinde pek çok canlıyı ilk kez gördük... Bir palto gibi bizi sımsıkı saran tedirginliği attık üzerimizden. Filler, devekuşları, antilop ve sırtlanları, cipimizin tavanından kafamızı çıkarıp dürbünle izledik. Tüm gün doğada, mis gibi açık havada, tek amacımız değişik canlılara tesadüf etmek iken gezinmenin benzersiz tadını keşfettik. Gerçek safari ruhunu hissetmemiz ise Samburu'da oldu.
Samburu havaalanında uçağımızın merdiveninde bizi rehberimiz Lesori karşıladı. Cipimize doğru yürürken "Bana Julius diyebilirsiniz dedi". Bu, okuduğu Hristiyan okulunda aldığı isimdi...İngilizceyi de bu okulda öğrenmişti. Kendisi de Samburu (aynı zamanda bölgedeki kabilenin adı) olan Lesori 'nin üzerinde geleneksel kıyafetler vardı. İnce ve uzun vücudunu çingene pembesi, yeşil ve geometrik desenli mavi beyaz kumaşlara sarmıştı. Kıyafetini, kafasını çevreleyen renkli boncuklar,desenli bir kolye ve rengarenk bileziklerle tamamlamıştı. Batılı bir erkeğin üzerinde gördüğümüzde bizi kıkır kıkır güldürecek bu giysiyi, ne de güzel taşıyordu... Kendine son derece güvenli biriydi. Karizmatik ve gururlu bir hali vardı. Onunla Buffalo springs ve Samburu'da 3 gün boyunca safari yaptık. Kelimenin tam anlamıyla "bakir" yerlerdi... Uçsuz bucaksız yeşil bir düzlüğe serpiştirilmiş akasya ağaçları düşünün. Üstünde filler, zebralar, zürefalar, antiloplar hayal edin. İşte öyle bir manzara... Bu düzlükte yol belli belirsizdi. Lesori ise bize güven verdi... "Benim yanımda size bir şey olmaz" diyecek kadar emindi kendinden.
Havaalanından çıkalı 5- 10 dakika olmuştu ki Lesori arabayı durdurdu ve bize zürafaları gösterdi. Tanrım! Hemen oracıkta, yanıbaşımızdaydılar. Heyecanla fotoğraf makinalarımıza sarıldık. Sonrası geldi... Burda tüm canlılara dokunabilecek kadar yakındık... Önümüzden karşıdan karşıya aheste aheste geçen fili izlerken öylece kalakalmıştım. Burası onların dünyasıydı besbelli. Bizler ise misafirliğe gitmiş konuklar.
Hava limonata gibiydi... Doğa elimden usulca tutup alıvermişti beni yanına. Onun kollarında çok mutluydum... Endorfin düzeyimiz tavana vurmuş, kahkahalarımız Afrika çayırlarında çınlıyordu... "Şşşt" diyorduk, "ev sahiplerini rahatsız etmeyelim".
Samburu'da o gece, ikinci gecemizde Ayşegül, Meltem ve ben verandadayız. Nefis bir akşam yemeği sonrası otelin diğer misafirlerinden biri olan Eben'i dinliyoruz. Hikayesi ilginç... Güney Afrika'lı ... Amerika'da IT(Bilgi Teknolojileri) sektöründe çalışıyorken, tatil için geldiği Tanzanya'da Klimanjero'nun zirvesine tırmanıyor. Ve orda karar veriyor. Neye mi? Kendi safari şirketini kurup Tanzanya'ya yerleşmeye. Afrika tutkusunu onun bakışlarında görebilir, sesinde duyabilirsiniz... Bu seyahatimiz sırasında Afrika tutkunu başka Batılılar da çıkıyor karşımıza. O zaman, "Out of Africa" fiminde Meryl Streep'in canlandırdığı Danimarkalı yazar Karen Blixen'ı hatırlıyorum. Sonra da Eben'in şu sözü çınlıyor kulaklarımda " Afrika virüs gibidir. Bir kez kanınıza girerse, hep geri gelmek istersiniz". Biliyorum, dönüşü yok artık bunun... İstanbul'dan sadece 6 saat uzaktaki bu masal diyarına tekrar geleceğim bir gün...