Yüzünde gayet ciddi bir ifadeyle bana dedi ki "40 yaşına yaklaşan bir kadının babasıyla ilişkileri daha farklı olmalı". Doğru söylüyordu… Babasının küçük kızı değildim artık… Çoktan büyümüş, koca bir kadın olmuş, hayatta epey yol almıştım… Oysa, o an içimden geçen, Edip Cansever'in bir şiiriydi: "Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor". Sustum… Söyleyemedim ona bunu…
Sonra, geçmişten bazı anlar belirdi gözümün önünde:
İlkokuldayım. Günlerden Cuma. Karneleri almışız, benimki "hepsi pekiyi". Yaz tatili başlıyor. O gün akşam eve bir bisikletle geliyor babam… Daha önce hiç binmemişim. Hemen, öğrenmeye başlıyorum. Önceleri arkamdan tutuyor ben binerken. Bunu bilmenin verdiği rahatlıkla neşe içinde giderken, usulca bırakıyor bisikletin selesini... O günden sonra bütün Caddebostan sokakları benim ve sarı Pinokyomun…
Aynı senelerde yıldırımdan, şimşekten korktuğum geceler koşarak yanına gittiğimde, ya da ne zaman bir endişeye kapılsam, beni sakinleştirirdi. Bir keresinde kaderden kaçılamayacağını anlatmak için Kız Kule'sinin efsanesini anlatmıştı "Bizans imparatorunun bir kızı olur. İmparator buna çok sevinir ve kızının doğum gününü, ülkesinde bayram ilan eder. İmparatorun falcılarından biri, imparatora, kızının on sekiz yaşına basmadan bir yılan tarafından sokularak öleceğini kehanet eder. Bunun üzerine imparator, denizin ortasındaki küçük bir adacık üzerinde yer alan kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Böylece yıllar geçer. İmparatorun kızı on sekizine basmak üzeredir. Ancak, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır. İmparatorun kızı ölür."
Yüzme öğrenirken, havuzda kafamı suya sokmaya korktuğum için evde küveti doldurup bana egzersiz yaptırdığı o günlerde epey kızardım ona. Sonradan denizi ve yüzmeyi o kadar sevdim ki, adeta bir balık gibi sudan çıkmayı hiç bilmezdim. Güzel şeylere ulaşmanın bir bedeli vardı, bunu öğrenmiştim. Evet, Amerikalıların da dediği gibi "No pain no gain" idi…
Kendi babaları sıkıcı olduğu için babam ve benim oynadığımız oyunlara ortak olan diğer çocuklara içimden müthiş bir öfke duyardım… Ortamda benden çok ilgilendiği bir çocuk varsa kıskançlıktan çılgına dönsem de asla belli etmezdim…
İtalyancayı ilk onun plaklarındaki şarkılarla sevdim…
İlk dansımı onunla ettim…
İlk arabama onunla bindim.
O hep benim biricik babam ben hep onun biricik kızıyım. Bu, hiç değişmeyecek… Şimdi Kıbrıs'ta yaşıyor. Bu yazıyı okusa ne diyeceğini biliyorum:
"Hadi Zeynep, yola devam, ben bisikleti tutmayı çoktan bıraktım"
Sonra, geçmişten bazı anlar belirdi gözümün önünde:
İlkokuldayım. Günlerden Cuma. Karneleri almışız, benimki "hepsi pekiyi". Yaz tatili başlıyor. O gün akşam eve bir bisikletle geliyor babam… Daha önce hiç binmemişim. Hemen, öğrenmeye başlıyorum. Önceleri arkamdan tutuyor ben binerken. Bunu bilmenin verdiği rahatlıkla neşe içinde giderken, usulca bırakıyor bisikletin selesini... O günden sonra bütün Caddebostan sokakları benim ve sarı Pinokyomun…
Aynı senelerde yıldırımdan, şimşekten korktuğum geceler koşarak yanına gittiğimde, ya da ne zaman bir endişeye kapılsam, beni sakinleştirirdi. Bir keresinde kaderden kaçılamayacağını anlatmak için Kız Kule'sinin efsanesini anlatmıştı "Bizans imparatorunun bir kızı olur. İmparator buna çok sevinir ve kızının doğum gününü, ülkesinde bayram ilan eder. İmparatorun falcılarından biri, imparatora, kızının on sekiz yaşına basmadan bir yılan tarafından sokularak öleceğini kehanet eder. Bunun üzerine imparator, denizin ortasındaki küçük bir adacık üzerinde yer alan kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Böylece yıllar geçer. İmparatorun kızı on sekizine basmak üzeredir. Ancak, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır. İmparatorun kızı ölür."
Yüzme öğrenirken, havuzda kafamı suya sokmaya korktuğum için evde küveti doldurup bana egzersiz yaptırdığı o günlerde epey kızardım ona. Sonradan denizi ve yüzmeyi o kadar sevdim ki, adeta bir balık gibi sudan çıkmayı hiç bilmezdim. Güzel şeylere ulaşmanın bir bedeli vardı, bunu öğrenmiştim. Evet, Amerikalıların da dediği gibi "No pain no gain" idi…
Kendi babaları sıkıcı olduğu için babam ve benim oynadığımız oyunlara ortak olan diğer çocuklara içimden müthiş bir öfke duyardım… Ortamda benden çok ilgilendiği bir çocuk varsa kıskançlıktan çılgına dönsem de asla belli etmezdim…
İtalyancayı ilk onun plaklarındaki şarkılarla sevdim…
İlk dansımı onunla ettim…
İlk arabama onunla bindim.
O hep benim biricik babam ben hep onun biricik kızıyım. Bu, hiç değişmeyecek… Şimdi Kıbrıs'ta yaşıyor. Bu yazıyı okusa ne diyeceğini biliyorum:
"Hadi Zeynep, yola devam, ben bisikleti tutmayı çoktan bıraktım"