Chicago’da ağlayan kız
MODA HABER

Chicago’da ağlayan kız

GÜNCELLEME TARİHİ: 2 Kasım 2010

Birkaç gündür ne yazmam gerektiği konusunda kararsızdım… Yarım kalmış cümleler, bazen paragraf haline gelse de, çöp kutusunda birikmeye devam ediyordu... Ama bugün, ne yazacağımı, işaretleri takip ederek bulmayı başardım…

Uzun süredir devam eden sağanak yağmur, bugün bitti… Gökyüzü, güneşe ve çevresindeki küçük beyaz bulutlara kaldı… Havaalanına giderken arabanın camından gökyüzüne baktım… Güneş, pamuktan yapılmış tahtına oturan bir kraliçe edasıyla parlıyordu… Ve o parladıkça, ışık huzmeleri bulutların arasındaki boşluklardan yayılıyor, yeryüzü aydınlanıyordu… Güneşin dokunduğu her yer yeniden hayat buluyordu adeta… Yüzüme dokunduğunda gözlerimi kapattım, bedenim ve ruhum ısınmaya başladı… Gözlerimi açtığımda havaalanındaydım… Biraz önce gördüğüm o eşsiz manzaranın içine gireceğimi düşündükçe heyecanlanıyordum… Mono Lisa'nın arkasından el sallamak ya da Dali'nin yel değirmenleri arasında koşmak gibi bir şeydi bu…

Kısa bir süre sonra yükselmeye başladık… Yükseldik, yükseldik, yükseldik ve artık bulutların üstündeydim… O eşsiz tablonun tam ortasında… Bu kadar yüksekteyken, aşağıda olan her şey birer küçük noktaya dönüşmüştü… Tüm endişeler, sıkıntılar, korkular, hayatın içinde olan ve tahammül edemediğin her şey, başka bir dünyada kalmıştı sanki… Yukarıdan bakmak, insanı bir kuş kadar hafif hissettiriyordu… Ne de olsa üstümdeki tüm ağırlıklar geride kalmıştı… Güneş yanı başımda beklerken, işte o anda derin bir nefes aldım…

'Burada sonsuza kadar kalabilirim.' dedim, içimden… 'Burada aydınlanabilirim…'

Bir süre sonra önümdeki dergiye gözüm takıldı… Dergiyi elime alıp, sayfaları gelişigüzel çevirmeye başladım ve birden Chicago müzikalinin fotoğraflarını gördüm… 'İşte bu…' dedim. 'Chicago'da ağlayan kızı yazmalıyım…' Böylece 'Chicago'da ağlayan kız'ın ilk cümleleri gökyüzünde, güneşin koynunda yazılmaya başlandı…

Eğer bana hayatımı bir film gibi yaşama şansı verselerdi, benim filmim mutlaka müzikal olurdu…

Singing in the rain, West side story, The wizard of oz, Cabaret, Gilda, Seven brides for seven brothers, The little princess, Down to earth, Annie ve daha hatırlayamadığım birçoğu…

Çocukluğumda bu müzikallerin başrolünde olduğumu hayal eder, onlar gibi şarkı söyleyip, dans etmeye çalışırdım... Böylece ışıltılı bir dünyanın kapısı sonuna kadar açılırdı, benim için… Ama zaman geçtikçe anladım ki; hayatın müziğini duymak ve onun eşliğinde dans edebilmek için çocuk olmak lazımmış... Büyüdükçe, bu müzikaller televizyonlarda hiç görülmez oldu… Çocukluğumdan kalma silik bir anıya dönüştüler... Ta ki sinemaya 2002 yapımı Chicago filmi gelene kadar... İki saat nasıl geçti bilmiyorum... Çocukluğumun renkli kahramanları geri dönmüştü… Bu defaki kahramanlarım Renee Zellweger, Catherine Zeta Jones ve Richard Gere'di… Filmden o kadar etkilendim ki, çıkar çıkmaz ilk işim müziğini almak oldu. Dinledikçe bu müzikalin sadece bir müzikal olmadığını, aynı zamanda çocukluğuma ve hayallerime tekrar dönmemi sağlayacak bir rehber olduğunu fark ettim…

İşte benim için efsane olmuş bu müzikal, geçenlerde İstanbul'a geldi. Sahnede de izleyebileceğimi düşündükçe, içim içime sığmıyordu... Ama buna karşılık çevremde kimsede o heyecandan eser bulamamıştım… Açıkçası çok da önemli değildi, kimin gelip kimin gelmediği… Bilet fiyatları uçmuş durumda olsa da ayağıma kadar gelmiş olan bu şöleni sahnede izlemeliydim ve izledim de...

1920'lerde Chicago'da geçen bu müzikal, şöhret olma arzusu ile yanıp tutuşan Roxie Hart'ın hikâyesini anlatır. Kocası Ames, öldürdüğü Fred Casely, hayranlık duyduğu şarkıcı Velma Kelly, parayla çalışan gardiyan Mama Morton ve diğer suçlular ona bu hikâyede eşlik eder… Savunma avukatı Billy Fllyn cinayetten suçlu bu kadınları para karşılığı masum kişilere dönüştürmekte, medya ise bu hikâyeyi parlatarak halka sunmaktadır. Aralarında tek suçsuz olan Macar kız, halkın tezahüratları ve alkışları altında idam edilirken, adaletin yerle bir oluşunu görürsünüz…! Chicago'da şöhrete giden her yol mubahtır… Ancak türlü dalavereyle elde edilmiş olan şan, şöhret, para, güzellik ya da aşkın ne Chicago'da ne de başka bir şehirde kalıcı olamayacağı anlatılır, bu müzikalde…

90 yıl sonra ne mi değişti? Sadece 'sözde' kahramanların isimleri...!!! Yoksa hikâye, hep bildiğimiz hikâye…! Ama bu hikâyeyi diğerlerinden farklı kılan; müziğin, dansın ve estetiğin mükemmel uyumuna iki saat boyunca şahit olabilme şansıdır…

Ames kimsenin onu görmediğinden yakınır... Kimsenin onu duymadığından… Yanından geçip gittiklerinden ama fark etmediklerinden… Sonunda çok fazla vaktinizi aldım deyip, başı öne eğik sahneyi terk eden Ames'i düşündükçe, aklıma bizler geliyor… Sesimizi duyuramayan bizler…!

O gün sahnede müzikali izlerken, 'ben buradayım, beni de yanınıza alın, beni de o büyülü dünyaya götürün' diye sahnedekilere bağırmak istedim ama tıpkı Ames gibi boğazıma bir şey düğümlendi, sesim çıkmadı… Sahnedekiler oyunun sonunda seyircileri selamlarken, alkışlarla birlikte, içimde garip bir ürperti oluştu… Herkesin yüzünde aynı gülümseme varken, ben gülümseyemedim… Gözyaşlarım aktı, sessizce…

Evet, ben Chicago'da ağlayan kızım...

Coşkudan ağladım belki… Belki biraz kıskançlıktan… Biraz da pişmanlıktan… Belki oyunun bitmesi ile veda ettim, çocukluk hayallerime… Ya da sordum… Başkalarının dünyaları içinde hapsolan beni..? Belki de farkına vardım… Neyi mi fark ettim? Yaşadığın hayatı sevmek ile sevdiğin hayatı yaşamak arasındaki ince çizgiyi… Şimdi siz de normal bir zamanınızı düşünün… Normal ve gayet sıkıcı bir günü yaşadığınızı… Her şeyin gri tonlarında olduğu bir günü… Trafikte bekliyorsunuz… Ya da biri karşınızda boş boş konuşuyor… O konuştukça sıkıntıdan beyninizin boşaldığını hissediyorsunuz… Ya da işte sıkıcı bir toplantının en sıkıcı yerindesiniz… Ya da paraya sıkıştınız, kara kara düşünceler başınızın üstünde… Biri sizi terk etti, az önce… Ya da siz birini terk ettiniz, içiniz acıyor… Ya da uzun süredir kimse yok hayatınızda, kaldırımda dalgın dalgın yürüyorsunuz…

İşte tam o sırada orkestra çalmaya başlıyor… Sis bulutları dağılıyor etrafa… Ve sahne artık sizin… Şimdiye kadar söylemek isteyip de söyleyemediğiniz her şeyi söyleme fırsatı var önünüzde… Hem de dans ederek ve şarkı söyleyerek… Üzerinizdeki kıyafetler bir anda parıltılı elbiselere dönüşüyor ve bulunduğunuz mekân da sahneye… Ben nasıl dans ederim ya da hayatımda hiç şarkı söylemedim ki diyorsunuz belki… Bunların hepsi bahane… Tek yapmanız gereken, yaşamın müziğini duymaya çalışmak… Ve onun eşliğinde gönlünüzce, içinizden geldiği gibi dans etmek…

Sahnedekiler ve seyirciler…!

Seyirciler karanlıkta, sahnedekiler ise ışıl ışıl parlıyor…
Karanlığın içindeki herkes ayakta, coşkuyla alkışlıyorlar yıldızlarını… Bense sanki biraz sonra olacakları hissetmişim gibi yerimden kalkamıyorum…

Ağlarken gözlerim ışıldadı önce… Sonra ışık tüm bedenime yayıldı… Yüzümde bir gülümseme belirdi aniden… Ve gülümseme, yanaklarımdan akan gözyaşlarıyla birleşti… Sonra ne mi oldu? Gökkuşağı oluştu… Gökkuşağı çıktı mı, cennet ile dünya arasında köprü kurulur, imkânsızın geçidi açılır derler… Mitolojide ise gökkuşağının tanrıçası, insanlara iyi haberler ulaştıran İris'tir… Kanatları gökkuşağı renginde olduğu için bizler gözün renkli kısmına İris diyoruz… O yüzden hepimizin dünyaya açılan kapılarında, gökkuşağının bir parçası var…

Ve şimdi, gökkuşağının içindeyken, gözbebeğim düşlerin renginde artık…

Biliyorum ki, bundan sonra hayatım, tam da dilediğim gibi, müzikal bir film tadında olacak…

Çünkü ben Chicago'da ağlayan kızım…