Yapmakla yapmamak arasındaki boşluğa bir ip çekip, üstüne yeni yıkadığım mis kokulu çamaşırları asmak istiyorum. Rüzgârda savrulan çamaşırlar kumsala vuran dalgalar gibi bir ileri bir geri giderler ve mis gibi bir koku gelir burnuma… Her boşluk birbirinden farklıdır, ama aynı kumaştan yapılmışçasına aynıdır da... Yani iki farklı ucun aynı noktada birleşmesi ve sonsuz işaretine dönüşmesi gibi kendi içinde dönüp dururlar. Örneğin; istemekle istememek arasındaki boşlukta gök mavisi bir deniz vardır. O denize dalıp parmaklarım buruşuncaya kadar sudan çıkmak istemem. Ve güneşin ısısını hissettiğimde anlarım ki artık beklemekle beklememek arasındaki boşluktayımdır. Üstümde denizin tuzu… Gerilen derimde, geçmişin acıları için barınacak bir yer kalmaz. Acılar, asalak gibidir çünkü… Yapıştı mı, bütün yaşam sevincini emerler. Üzerimden toprağa döküldükçe, toprak acıları dönüştürüp filizlendirir. Filizler çiçeklere, çiçekler kelebeklere dönüşür. Ve ben uçurtmamı yanıma alıp bütün gücümle koşmaya başlarım. Artık sevmekle sevmemek arasında bir yerdeyimdir çünkü. Ah ne güzeldir, rüzgârı da yanına alıp koşmak… Ne güzeldir, uçurtmanın kuyruğuna tutunup gökyüzüne doğru yükselmek… Sonsuz işaretinin herhangi bir noktasındaysam, her nefes alışımda sükûneti içime çekerim. Her nefes verişimdeyse tüm korkular, karanlığı da yanına alıp buharlaşırlar. Oralarda bir yerde vakit öldürürken bilirim ki, oralarda bir yerde var olmak, olmamak gibi bir şeydir. Şimdi bu yazıyı yazarken düşünüyorum da, giriş ve sonuç aynıyken aradaki cümlelerin farklı olması pek bir şey ifade etmiyor galiba. Yani bir tarafı seçip gerçeklere dönmek kaçınılmaz görünüyor. Ama ben harflerle cebelleşmek pahasına da olsa, o sonsuz boşluktan çıkma niyetinde değilim. Hayal gözüyle gördüklerimi sizlere anlatmak için yazıyorum... Ve yazıyorum… Ve yazıyorum… Ve yazıyorum…İşte tam bu cebelleşmenin ortasındayken 7 yaşındaki yeğenim yanıma geldi. Ona yazıyı okuyup ne düşündüğünü sordum. Büyük bir dikkatle dinledikten sonra, "Bu yazıdan hiçbir şey anlamadım!" dedi. Doğrusu ben de tam o sırada anlamakla anlamamak arasında bir yerdeydim. Sonra "Yazının başlığı neden yok? Bu B'de ne böyle?" diye sordu. Başlığın olduğu yerde tek başına, hüzünlü bir B harfi duruyordu. Muhtemelen bir önceki yazının başlığından kalmış bir B'di bu... Ya da boşluğu fazla düşünmekten B yazıp sonrada onu orada unutmuştum. Her neyse, "Yazı bitince başlıkta kendiliğinden ortaya çıkar." diye cevap verdim. Birden yüzünde gülücükler açtı ve beni bir kenara itip klavyenin başına geçti. Önce B'yi sildi ve sonra tek tek harflere basarak kendi başlığını yazdı. Ve böylece bu yazının başlığı "Dünyanın En İyi Yazısı" oldu.
Dünyanın en iyi yazısı var mıdır acaba?
Tarih boyunca yazılmış bütün yazıları düşününce, insan kendini bir yazı heyelanı altında kalmış gibi hissediyor. Küçük bir nottan faturaya, tek kelimelik bir şiirden romanlara, bir köşe yazısından sayfalarca süren destanlara kadar çeşit çeşit yazı… Yazının iyisi, kötüsü, idare ederi, şöyle böylesi olur da, iş içlerinden en iyisini seçmeye gelince orada bir durmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü seçmekle seçmemek arasında bir yerde durduğunda, tıpkı yeğenimde olduğu gibi senin yüzünde de kocaman bir gülümseme belirir belki. Ne sıcak, ne de soğuk… Ilık bir serinlik hissetmeye başlarsın. Eğer "Ilık bir serinlik mi? Bu çok saçma!" diyen sesi kısmayı başarabilirsen, o fantastik dünyanın kapısı belki senin için de ardına kadar açılır. Ve sen kapıdan içeri girdiğinde, gerçekle hayal arasında bir yerdesindir artık.
Dünyanın en iyi yazısını okumak, bitmesin diye çikolata kavanozunun dibini yalamaya benzer… Biri onu elinden zorla alıncaya kadar tadını çıkartmalısın. Bütün yüzün çikolataya bulansa bile...