Evet, bu sefer başardım! Her Paris seyahatimde, "vakit yok, dur bir sonraki sefer giderim" diye erteleyip durduğum Louvre Müzesine gittim sonunda. Hem de harika bir Ekim günü, sabah güneşi içimi ısıtıyorken... Üstelik Paris'te sadece 1 günüm, evet, 1 tam günüm varken...
Louvre'un önündeki cam piramidin dışında başlıyordu giriş kuyruğu. Tam 45 dakika bekledim. Sıkıldığım söylenemez doğrusu... Çeşitli milletlerden turistlerin dizildiği sıra oldukça şenlikliydi... Sakin sakin etrafa bakınırken, tam önümde duran İtalyan aile'nin sesleri giderek yükselmeye başladı. Anne, baba ve kızları hepsi aynı anda konuşuyordu. Derken, beklemekten sıkıldığı anlaşılan baba kuyruktan çıkıp yürümeye başladı. Hızla uzaklaşan kocasının arkasından çılgınlar gibi bağıran karısı, kocası hiç oralı olmayınca, 9-10 yaşlarındaki kızlarını babasının arkasından gönderdi. Biz sıranın sakinleri ise sırıtarak izliyorduk tartışmayı kim kazanacak diye. Sonunda kadıncağız, söylene söylene kocası ve kızının peşinden gitti... Ben ise piramite giriş sırasını geçip, içerdeki bilet ve kulaklık sıralarını da başarıyla tamamlayarak müzeyi gezmeye hak kazandım.
Tanrım! Muazzam büyüklükte bir müze bu... Kılavuz kitabını okudukça öğreniyorum ki, Louvre'un hikayesi 12. Yüzyılda başlamış. İnşası yüzyıllar boyunca devam etmiş. Bazı dönemler saray olup krallara ev sahipliği yapmış bazen de sanatçıların atölyeleri kurulmuş buraya. Resmen ilk kez müze oluşu, 10 Ağustos 1793 müş. En son, Fransa Başkanı François Mitterand döneminde, 1981'de büyük Louvre projesi başlatılmış ve tartışmalar yaratan cam piramid müzenin girişine inşa edilmiş.
Louvre'daki keyifli sanat tarihi yolculuğu Mezopotamya döneminden itibaren başlayıp, 19. Yüzyıla kadar devam ediyor. Burayı layıkıyla gezmek için günler gerekiyor. Benim ise zamanım kısıtlıydı. Kendime göre bir plan yaptım hemen. Evet, 18.yüzyıla kadar olan Avrupa resmi bölümlerini - ki bu da 1. ve 2. kat demek oluyordu gezmeye karar verdim...
Tahmin edersiniz, saatler sürdü. O kadar keyifliydi ki... Resimlerin öykülerini dinlerken o yüzyıllara yolculuk etmiş gibi hissettim kendimi. Mona Lisa'yı görebilmek için ayrı bir insan yığınını geçmem gerekti. Sadece bir dakika gözgöze gelebildik. Sanki uzaklardan bizi izleyip "yahu bu insan kalabalığının derdi ne benle?" diye muzipçe bakıyor gibiydi. "Ah Mona, bildiğin gibi değil, çok hırslı şu insanoğlu" dedim ben de ona...
Gezdiğim müzelerde en beğendiğim eserleri seçip, hikayelerini okumayı veya bulursam afiş- kartpostallarını almayı alışkanlık haline getirdim nicedir... Öyle, alışkanlık işte... Benim için Louvre'ın yıldızı ise Jean-Auguste Dominique Ingres'in eseri olan "Türk hamamı" oldu.
Günümüz için bile oldukça erotik sayılacak bu resim, türk hamamının özellikle o dönemdeki gizemini çok güzel vurguluyor... Ingres'in bu resmi, 82 yaşında tamamladığını öğrenince hınzırca güldüm. Belli ki yaşına göre çok ateşli bir ruh taşıyormuş... Söylenen o ki ressam hiç Türkiye'ye ya da Türk hamamına gitmemiş... Tamamen düş gücüyle bu resmi oluşturmuş.
Louvre gezintim sona erip, dışarı çıktığımda hava hala pırıl pırıldı. Otelimin olduğu Saint Germain'e kadar yürümeye karar verdim. Hangi köprüden Seine'i geçeyim kararsızlığını yaşadıktan sonra "Pont des arts"'ı seçtim. Sadece yayalara açık bu köprüde yürürken köprünün yan korkuluklarına takılmış yüzlerce küçük kilit dikkatimi çekti. Bunların ne anlama geldiğini ordaki satıcılardan birine sorduğumda, sevgililerin aşklarının hiç bitmemesi için "aşklarına kilit vurduklarını" söyledi. Batıl inançlar konusundaki yaratıcılığımız sınır tanımıyor diye düşündüm.
Köprüyü geçip Rue de Saintes Pere'den yürümeye başladığımda, irili ufaklı sanat galerileri beni karşıladı. Bu caddeden devam edince köşedeki bir cafede mola vermeye karar verdim. Cafe'nin adı "cafe comptoir". Dışardaki bütün sandalyeleri dolu. Garsona kapının yanındaki boş masayı gösterecek oluyorum. "Orası başkana reserve" diyor."Başkana mı ?" diye sorunca "Evet, eski başkan Chirac, her Cumartesi öğleden sonra buraya gelir, ona ayırıyoruz" diyor. O sırada diğer garson bana boşalan ufak bir masayı gösteriyor. Ben de keyifle oraya kuruluyor, kahvemi söylüyorum. Dakikalar ilerledikçe daha da kalabalıklaşan cafede, bir ara insanların çoğunun ayakta olduğunu farkedip, yer açılsın diye kalkıp devam ediyorum yürümeye...
Yürüyüşüm sırasında Rue Buci'de karşıma çıkan dondurmacı Amorino'nun nefis dondurmalarını tadıyorum, hala güneş yüzünü gösteriyorken. Yavaş yavaş otele dönme zamanı geldi artık...
Akşam yemekte yalnız olduğumu gözönüne alarak, her seferinde çılgın bir hızla tabağımı silip süpürdüğüm "le Relais de L'Entricote"'a gidiyorum. Saint Germain'de Rue de Saint Benoit'da. Sıra var her zamanki gibi. Siyah beyaz klasik üniformalı garson kadınlar arı gibi masadan masaya koşuşturuyorlar. Bir 10 dakika bekledikten sonra oturuyorum. Bizim "cafe de Paris" diye bildiğimiz nefis sosuyla gelen antrikot, patates kızartması ve hardal soslu cevizli salatası bir harika. Nefis bir kapanış için yemeğin üstüne bir de profiterol söylemeli. Profitorol bana bir sürpriz yapıyor: içinde krema değil dondurma var onun...
Hesabı ödeyip garson kadına "mersi" dediğimde hemen bitişik masadaki orta yaşlı kadın "İranlı mısınız Türk müsünüz ?" diye soruyor.
Türküm" diyorum. O da benle Türkçe konuşmaya başlıyor. Kırık Türkçesiyle "mersi demenizden anladım" diyor.
O, Beyrutlu bir Ermeni olduğunu söylüyor. Bir süre İstanbul'da oturmuş. Şimdi ise NewYork'ta yaşıyormuş... İngilizcesi çok iyi olmasına rağmen Türkçe konuşmayı sürdürüyor. Belli ki özlemiş... Adı Ani...
" Aa evet" diyorum "Ani harabelerindeki gibi".
"Evet" diyor "benim adım ordan geliyor".
"İstanbul'un neresindensin" diyor
"Arnavutköy" diyorum.
"Güzeldir oraları" diyor iç geçirerek.
Ah çapkın İstanbul! Yaktığın canların haddi hesabı yok. Her gittiğim yerde en az bir sevgiline rastlıyorum. Bu yüzden midir bilmem, her seyahatimin sonunda, ne kadar güzel geçerse geçsin, sana dönmek için sabırsızlanıyorum...
Louvre'un önündeki cam piramidin dışında başlıyordu giriş kuyruğu. Tam 45 dakika bekledim. Sıkıldığım söylenemez doğrusu... Çeşitli milletlerden turistlerin dizildiği sıra oldukça şenlikliydi... Sakin sakin etrafa bakınırken, tam önümde duran İtalyan aile'nin sesleri giderek yükselmeye başladı. Anne, baba ve kızları hepsi aynı anda konuşuyordu. Derken, beklemekten sıkıldığı anlaşılan baba kuyruktan çıkıp yürümeye başladı. Hızla uzaklaşan kocasının arkasından çılgınlar gibi bağıran karısı, kocası hiç oralı olmayınca, 9-10 yaşlarındaki kızlarını babasının arkasından gönderdi. Biz sıranın sakinleri ise sırıtarak izliyorduk tartışmayı kim kazanacak diye. Sonunda kadıncağız, söylene söylene kocası ve kızının peşinden gitti... Ben ise piramite giriş sırasını geçip, içerdeki bilet ve kulaklık sıralarını da başarıyla tamamlayarak müzeyi gezmeye hak kazandım.
Tanrım! Muazzam büyüklükte bir müze bu... Kılavuz kitabını okudukça öğreniyorum ki, Louvre'un hikayesi 12. Yüzyılda başlamış. İnşası yüzyıllar boyunca devam etmiş. Bazı dönemler saray olup krallara ev sahipliği yapmış bazen de sanatçıların atölyeleri kurulmuş buraya. Resmen ilk kez müze oluşu, 10 Ağustos 1793 müş. En son, Fransa Başkanı François Mitterand döneminde, 1981'de büyük Louvre projesi başlatılmış ve tartışmalar yaratan cam piramid müzenin girişine inşa edilmiş.
Louvre'daki keyifli sanat tarihi yolculuğu Mezopotamya döneminden itibaren başlayıp, 19. Yüzyıla kadar devam ediyor. Burayı layıkıyla gezmek için günler gerekiyor. Benim ise zamanım kısıtlıydı. Kendime göre bir plan yaptım hemen. Evet, 18.yüzyıla kadar olan Avrupa resmi bölümlerini - ki bu da 1. ve 2. kat demek oluyordu gezmeye karar verdim...
Tahmin edersiniz, saatler sürdü. O kadar keyifliydi ki... Resimlerin öykülerini dinlerken o yüzyıllara yolculuk etmiş gibi hissettim kendimi. Mona Lisa'yı görebilmek için ayrı bir insan yığınını geçmem gerekti. Sadece bir dakika gözgöze gelebildik. Sanki uzaklardan bizi izleyip "yahu bu insan kalabalığının derdi ne benle?" diye muzipçe bakıyor gibiydi. "Ah Mona, bildiğin gibi değil, çok hırslı şu insanoğlu" dedim ben de ona...
Gezdiğim müzelerde en beğendiğim eserleri seçip, hikayelerini okumayı veya bulursam afiş- kartpostallarını almayı alışkanlık haline getirdim nicedir... Öyle, alışkanlık işte... Benim için Louvre'ın yıldızı ise Jean-Auguste Dominique Ingres'in eseri olan "Türk hamamı" oldu.
Günümüz için bile oldukça erotik sayılacak bu resim, türk hamamının özellikle o dönemdeki gizemini çok güzel vurguluyor... Ingres'in bu resmi, 82 yaşında tamamladığını öğrenince hınzırca güldüm. Belli ki yaşına göre çok ateşli bir ruh taşıyormuş... Söylenen o ki ressam hiç Türkiye'ye ya da Türk hamamına gitmemiş... Tamamen düş gücüyle bu resmi oluşturmuş.
Louvre gezintim sona erip, dışarı çıktığımda hava hala pırıl pırıldı. Otelimin olduğu Saint Germain'e kadar yürümeye karar verdim. Hangi köprüden Seine'i geçeyim kararsızlığını yaşadıktan sonra "Pont des arts"'ı seçtim. Sadece yayalara açık bu köprüde yürürken köprünün yan korkuluklarına takılmış yüzlerce küçük kilit dikkatimi çekti. Bunların ne anlama geldiğini ordaki satıcılardan birine sorduğumda, sevgililerin aşklarının hiç bitmemesi için "aşklarına kilit vurduklarını" söyledi. Batıl inançlar konusundaki yaratıcılığımız sınır tanımıyor diye düşündüm.
Köprüyü geçip Rue de Saintes Pere'den yürümeye başladığımda, irili ufaklı sanat galerileri beni karşıladı. Bu caddeden devam edince köşedeki bir cafede mola vermeye karar verdim. Cafe'nin adı "cafe comptoir". Dışardaki bütün sandalyeleri dolu. Garsona kapının yanındaki boş masayı gösterecek oluyorum. "Orası başkana reserve" diyor."Başkana mı ?" diye sorunca "Evet, eski başkan Chirac, her Cumartesi öğleden sonra buraya gelir, ona ayırıyoruz" diyor. O sırada diğer garson bana boşalan ufak bir masayı gösteriyor. Ben de keyifle oraya kuruluyor, kahvemi söylüyorum. Dakikalar ilerledikçe daha da kalabalıklaşan cafede, bir ara insanların çoğunun ayakta olduğunu farkedip, yer açılsın diye kalkıp devam ediyorum yürümeye...
Yürüyüşüm sırasında Rue Buci'de karşıma çıkan dondurmacı Amorino'nun nefis dondurmalarını tadıyorum, hala güneş yüzünü gösteriyorken. Yavaş yavaş otele dönme zamanı geldi artık...
Akşam yemekte yalnız olduğumu gözönüne alarak, her seferinde çılgın bir hızla tabağımı silip süpürdüğüm "le Relais de L'Entricote"'a gidiyorum. Saint Germain'de Rue de Saint Benoit'da. Sıra var her zamanki gibi. Siyah beyaz klasik üniformalı garson kadınlar arı gibi masadan masaya koşuşturuyorlar. Bir 10 dakika bekledikten sonra oturuyorum. Bizim "cafe de Paris" diye bildiğimiz nefis sosuyla gelen antrikot, patates kızartması ve hardal soslu cevizli salatası bir harika. Nefis bir kapanış için yemeğin üstüne bir de profiterol söylemeli. Profitorol bana bir sürpriz yapıyor: içinde krema değil dondurma var onun...
Hesabı ödeyip garson kadına "mersi" dediğimde hemen bitişik masadaki orta yaşlı kadın "İranlı mısınız Türk müsünüz ?" diye soruyor.
Türküm" diyorum. O da benle Türkçe konuşmaya başlıyor. Kırık Türkçesiyle "mersi demenizden anladım" diyor.
O, Beyrutlu bir Ermeni olduğunu söylüyor. Bir süre İstanbul'da oturmuş. Şimdi ise NewYork'ta yaşıyormuş... İngilizcesi çok iyi olmasına rağmen Türkçe konuşmayı sürdürüyor. Belli ki özlemiş... Adı Ani...
" Aa evet" diyorum "Ani harabelerindeki gibi".
"Evet" diyor "benim adım ordan geliyor".
"İstanbul'un neresindensin" diyor
"Arnavutköy" diyorum.
"Güzeldir oraları" diyor iç geçirerek.
Ah çapkın İstanbul! Yaktığın canların haddi hesabı yok. Her gittiğim yerde en az bir sevgiline rastlıyorum. Bu yüzden midir bilmem, her seyahatimin sonunda, ne kadar güzel geçerse geçsin, sana dönmek için sabırsızlanıyorum...