Venedik aylakları
MODA HABER

Venedik aylakları

GÜNCELLEME TARİHİ: 28 Şubat 2011

Kim mi onlar? Biziz elbette… Aysu ve ben. İtiraf ediyorum: çalıştım ama yapamadım… Yazılıyı geçtim, sözlüde kaldım… Olmadı… Umursamazlığın sıcacık kucağına bıraktım kendimi bu kez… Nolur beni hoş görün… Hor görmeyin… Bakın anlatacağım…

Karnaval zamanı Venedik'e gitme fikrini aklıma düşüren Fecir oldu. Büyük bir hevesle organizasyona giriştim. Venedik karnavalı açılış günü olan 19 Şubat Cumartesi akşamı orada olacak şekilde biletleri ayarladım. Biraz okuyup araştırınca karnavalın yalnızca bir şenlik olmadığını, aslında bir Hristiyanlık geleneği olduğunu öğrendim. Paskalya yortusu öncesinde bir tür oruç dönemi başlamadan yapılan bir kutlama… Bu arada dindar Hristiyanların eskiden beri karnavala karşı çıktığından bahsediliyor. Karnavalda amaç, bastırılmış duyguları dışarı vurmakmış meğer. Maskeler takıp, kostümler giyerek eğlenmek de bunun bir parçası olsa gerek…

Oteli Booking.com'dan buldum. Bir gün olur da Venedik'e gitmeyi düşünürseniz aklınızda bulunsun: adı Best Western Hotel Ala. Konum olarak çok iyi bir yerde olduğunu söylemeliyim.

Venedik'e gideceklere ilk tavsiyem şu: ne yapın edin, hafif bir bavul ve rahat ayakkabılarla gidin Venedik'e… Yoksa benim gibi seyahat dönüşü 3-4 gün bel, boyun, kol ve bacak ağrılarıyla haşır neşir olursunuz. Neden mi? Anlatayım. Uçaktan iner inmez bavulu alıp havaalanı danışmaya taksi duraklarını sorduğumda "Taksi mi? Su taksisi mi?" sorusuna "San Marco'ya nasıl gidilir" diye soruyla yanıt verdim ve cevabımı aldım "San Marco'ya karayoluyla ulaşamazsınız". İki seçenek vardı: vaporetto ya da su taksisi". Vaporettoyu tercih ettik. Kendimce tanımlarsam, Vaporetto bizim Üsküdar – Beşiktaş motorlarının açıkta oturma yeri olmayanı... Havalanından 5 dakikalık bir yol yürüyüp, vaporetto durağına geldikten sonra yaklaşık 1 saatlik, değişik duraklarda durduğumuz bir yolculuk sonrası San Marco'ya ayak bastık. Bazılarımızın filmlerden hatırlayacağı bu kocaman meydan, insana tarihe bir yolculuk yaptığı hissiyatını veriyor doğrusu… Elimizde bavullar yürümeye devam ettik. Karşımıza çıkan ilk köprüde hatırladım: doğru ya Venedik kanallar şehriydi. E haliyle sokakların yerini kanallar, arabaların yerini gondollar almıştı… İşte o an çok net olarak anladım: "2 gün boyunca arabaya veda, tabanvaya merhaba" diyecektik.

Venedik'te sanki tarih yüzyıllar önce donmuş, şehir 1700-1800'lerde kalmış. Köprüler, binalar aynen korunmuş. Gondolla şehrin içindeki kanalları gezerken insan bunu düşünmeden edemiyor… Her köşede ünlü bir sanatçının ya da ailenin evi karşınıza çıkıyor. Gondolcumuz Fabio bize yorulmadan hepsini tek tek tanıtıyor. Marco Polo ve Casanova ünlü Venedikli tarihi kişiliklerden ikisi. Değerli çapkın Casanovanın evinin önünden geçerken, neler yaşanmıştır burda diyerek evi paparazzi gözüyle inceleyip gülüşüyoruz. Bu alana ilgisi olan erkek arkadaşların işine yarayabilir diye büyük ustanın şu sözlerini paylaşmak istiyorum: "Ben fethetmem, teslim olurum. Bir aşık olarak hiç zafer aramadım. Ömür boyu sürecek bir an arıyorum".

Venedik'e gidip gondol gezisi yapmadan dönmemeli. Sizin için gözümde canlanan manzara şu: "güzel bir bahar günü gondolda sevgilinizle yanyana oturmuşsunuz. Gondolcunuz usul usul kürekleri çekerken İtalyanca şarkılar mırıldanıyor. Minicik köprülerin altından geçiyor, pastel renklerin hakim olduğu nefis tarihi yapılar görüyorsunuz… Trafik yok… Bir yere yetişme kaygısı yok… Suyun üstünde suyla birlikte akıyorsunuz…".

Hadi hadi uyanın bakalım! Bu kadar hayalperestlik yeter… Hayatın gerçeklerine dönelim hemen, gondolcularla pazarlık yapmayı unutmayın sakın! Biz bir saatlik geziye 65 Euro verdik. Bir de aman cüzdanlara dikkat! Bu satırların yazarı kaptırdı kendininkini oralarda...
Venedik'te neler mi yaptık? Yürüdük, yürüdük, yürüdük… Maskeli yürüdük, maskesiz yürüdük… Sanki tarihi bir piyesin içindeymişiz gibi hiç yadırgamadık etrafımızdaki onca kostümlü insanı… Bazılarıyla fotoğraf çektirdik... Maskenin insanı bu denli değiştirebilecek bir aksesuvar olduğunu bizzat tecrübe ettik; neredeyse birbirimizi tanıyamayacaktık... Favori meydanımız S. Stefano'daki kafede, neşeli garsonlar etrafımızda fır dönerken, prosecco (İtalyan köpüklü şarabı), ya da Spritz veneziani (prosecco- campari) içtik. Hiç saate bakmadan bıraktık kendimizi, adeta zamana teslim olduk… Çılgınca fotoğraf çektik, çektirdik. Rialto köprüsünden görünen büyük kanalın manzarasına bayıldık… Deniz ürünlü nefis spagetti tabaklarına gömüldük… Şubat soğuğuna rağmen dondurmaların cazibesine kapıldık… Minik butiklerde alışverişin keyfine vardık, cam işleri aldık, envai çeşit maskeye ürkekçe bakakaldık…

Neleri yapamadık? Kimbilir belki gittiğinizde siz yaparsınız diye yazıyorum:
Peggy Gugenheim'ın müzesindeki koleksiyonu göremedik

Palazzo della Priginoni'de Vivaldi'nin 4 mevsimini dinleyemedik.

Campanile di San Marco'ya çıkıp Venedik manzarasını seyretmedik

Murano adasına cam, Burano adasına dantel almaya gitmedik

Canareggio bölgesindeki barlar sokağı Fondementa degli ormesini'de takılmadık

Evet, yapamadıklarımız yaptıklarımızdan çok görünse de, bir daha hiç gidemeyecek de olsam, hani şu çok sevdiğim şarkıdaki gibi: Venedik gözlerimde bir renk, dudaklarımda bir ses ve içimde bir nefes gibi kalacak hep…